İmza Kağıdı

Sultanahmet’te patlayan bombadan birkaç saat sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın gündeminde akademisyenler vardı. Erdoğan, saldırıya ayırdığı birkaç dakikadan sonra sözü 11 Ocak Pazartesi günü “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bir bildiri yayımlayan akademisyenlere getirdi. Bu yüzden, gazetelerde de benzer bir manzaranın olmasına şaşmamalı. Yeni Şafak’tan Star’a kadar birçok gazete, birkaç gündür köşelerini ‘karanlık akademisyenler’e ayırdı.O yazarlar arasında Cem Küçük ve Kemal Öztürk de vardı. Küçük, bildiriyi “dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde göremeyeceğimiz bir manzara olarak” tanımlıyor, bu akademisyenler konusunda hemen yetkili mercilerin harekete geçmesi gerektiğini vurguluyordu. Yeni Şafak’ta köşesini büyük bir öfkeyle yazdığını söyleyen Öztürk de aynı kesime çatarken, bir yandan da özeleştiri yapmaları gerektiğini ifade ediyordu. Ona göre “Işid’e destek verdikleri” algısını kıramamaları biraz da kendi hataları. Sözü -maalesef- kendisine bırakalım:“Öfkem onlarla mücadele etmeyi hala başaramayan, gerektiği cevabı veremeyen bize. BBC kadar güçlü bir TRT olmadığı için kızıyorum, Financial Times’dan güçlü gazetemiz olmadığı için kızıyorum, CNN’den daha güçlü özel televizyonlarımız olmadığı için kızıyorum, Reuters’ten, AFP’den daha güçlü ajanslarımız olmadığı için kızıyorum, Twitter’den Facebook’dan daha etkili sosyal ağımız olmadığı için kızıyorum kendimize.”Bu satırları yazan Kemal Öztürk bir süre öncesine kadar Anadolu Ajansı’nın müdürüydü. Yani aslında sorduğu sordulardan biri -neden AFP, Reuters gibi güçlü haber ajansımızın olmadığı- özgeçmişindeki o bilgide kendisine cevap buluyor. Ama meselemiz bu değil. Biraz Noam Chomsky’den bahsedelim.

• • •

Neredeyiz Şimdi?

“1977’nin Ocak ayında bir akşamüstü, Letchworth’teki John Menzies gazete bayisine yürüdüğümü, orada çalışan, çok hoşlandığım ama bunu kendisine hiç söylemediğim kızla birlikte Low’u dinlediğimi hatırlıyorum. Dükkanın arkasında oturup bütün albümü dinlemiştik. Şarkı kulağa uzayda bir yerde kayıt edilmiş gibi geliyordu ve daha önce hiç bu şekilde çalınmış davullar dinlememiştik, albüm bize göre mükemmeldi. Ambient ve enstürmantal ikinci yüzü bile. Soğuk bir kıştı ve bu modernizmin en dondurucu hâliydi. Bunun için hazırdım.”Britanyalı filozof Simon Critchley’nin kısa ve etkileyici (186 sayfa) David Bowie kitabı böyle anlarla dolu. Son derece kişisel, alabildiğine eğlenceli ve fazlasıyla çarpıcı. Critchley, sayfalara 12 yaşında ilk kez bu adamı, daha doğrusu Starman şarkısını söyleyen uzaylıyı gördüğünü anlatarak başlıyor ve yıllar içerisinde Bowie ile ilişkisinde yaşadığı değişimi ifade ediyor. Bunu yaparken Bowie’nin kimliklerini de inceliyor ve daldan dala atlatıyor. Fransız Devrimi sonrasına uzanıyor, Danton’un İdamı ile benzerlikler kuruyor, Aydınlanma Çağı sonrasında nasıl Tanrı ile ilişkimizin değiştiğini ve Bowie müziğinin bunun içerisinde nerede olduğunu anlatıyor. Bazen Heiddegger’e ve Nietzsche’ye bazen de Stockholm’de kız arkadaşının mutfağında geçirdiği 1995’teki o akşama gidiyor. Bowie’nin 90’lardaki albümleri, Simon’ın o mutfakta dans ederken “İşte bu, işte bu!” diye bağırmasıyla hak ettiği değeri buluyor.

• • •