İnan Özdemir
Neredeyiz Şimdi?
“1977’nin Ocak ayında bir akşamüstü, Letchworth’teki John Menzies gazete bayisine yürüdüğümü, orada çalışan, çok hoşlandığım ama bunu kendisine hiç söylemediğim kızla birlikte Low’u dinlediğimi hatırlıyorum. Dükkanın arkasında oturup bütün albümü dinlemiştik. Şarkı kulağa uzayda bir yerde kayıt edilmiş gibi geliyordu ve daha önce hiç bu şekilde çalınmış davullar dinlememiştik, albüm bize göre mükemmeldi. Ambient ve enstürmantal ikinci yüzü bile. Soğuk bir kıştı ve bu modernizmin en dondurucu hâliydi. Bunun için hazırdım.”Britanyalı filozof Simon Critchley’nin kısa ve etkileyici (186 sayfa) David Bowie kitabı böyle anlarla dolu. Son derece kişisel, alabildiğine eğlenceli ve fazlasıyla çarpıcı. Critchley, sayfalara 12 yaşında ilk kez bu adamı, daha doğrusu Starman şarkısını söyleyen uzaylıyı gördüğünü anlatarak başlıyor ve yıllar içerisinde Bowie ile ilişkisinde yaşadığı değişimi ifade ediyor. Bunu yaparken Bowie’nin kimliklerini de inceliyor ve daldan dala atlatıyor. Fransız Devrimi sonrasına uzanıyor, Danton’un İdamı ile benzerlikler kuruyor, Aydınlanma Çağı sonrasında nasıl Tanrı ile ilişkimizin değiştiğini ve Bowie müziğinin bunun içerisinde nerede olduğunu anlatıyor. Bazen Heiddegger’e ve Nietzsche’ye bazen de Stockholm’de kız arkadaşının mutfağında geçirdiği 1995’teki o akşama gidiyor. Bowie’nin 90’lardaki albümleri, Simon’ın o mutfakta dans ederken “İşte bu, işte bu!” diye bağırmasıyla hak ettiği değeri buluyor.
Bu bir biyografi değil. Tam tersine, yazarımız daha en başında biyografilerin sıkıcı dünyasını eleştiri yağmuruna tutuyor. İnsan hayatını giriş, gelişme, sonuç diye ayıran, gelişme evresini genelde aşılması gereken trajediler, krizler olarak yansıtan, sonuç bölümünü ise bunlar aşıldıktan sonra varılan huzur durağı olarak resmeden yazın tarzının karşısına dikiliyor. Ona göre, kimlikler sözkonusu olduğunda, bir bütünsellik aramak hatadır. Kimlik “en iyi ihtimalle bazı dönemsel çarpmaların art arda gelmesidir.” Bu yüzden, çoğu birbiriyle alakasız parçayı, şarkı sözünü, öyküyü, düşünce tarzını birbirine bağlıyor, David Bowie’yi hafızasında biriken kirli çamaşır yığınları gibi anlatıyor premarin dosage.
Dönemi, tarihi unutmamak, eserleri zamana ve mekana göre değerlendirmek, Britanyalı’nın kitap boyunca kullandığı tarz. Hemen herkes gibi, Bowie’nin müziğini belirli dönemlere ayırıyor. Sanatçının 1960’ların hayal kuran, iyimser, özgürlükçü yığınlarıyla tam uyum sağlayamadığını, 1970’lerin çürümüş, hayal kırıklığına uğramış, modernizmin en soğuk günlerini yaşayan dünya tasvirinin Bowie’nin müziğine ve vizyonuna uyduğunu gösteriyor. Bu, elbette yepyeni bir yorum değil. Berlin ile özdeşleşen yetmişleri, Bowie’nin kariyerinde aşılması imkânsız bir zirve olarak hep anlatılır. Kendisi de bunu itiraf edecektir. 20’li yaşlarının sonuna anlam katan Berlin günleri, daha sonra da şarkılarında kendisine yer bulacak, hasretle anılacaktır.
Bütün bu tarihlerden bahsederken Simon Critchley’nin sormayı unutmadığı bir soru var. Neredeyiz, şimdi? Bu soruyu Bowie de 8 Ocak 2013 sabahında 66. doğumgününde yöneltmişti: Where Are We Now? Burada, filozofa bağlanalım: “Where Are We Now? hafızanın dönemsel hareketi, sözcüklerinin anlamlarının açılıp saçılması, Postdamer Platz, Dschungel gece kulübü, KadeWe mağazası ve önceden Doğu ve Batı Berlin sınırını çizen Bösebrücke gibi yerlerin isimlendirilmesi üzerinden parçaların bir araya gelişidir. Bowie zamanda kaybolmuş bir adam, bir zombi.”
Altın çağ olarak hatırlanan yetmişli yıllardan sonra David Bowie’nin kariyeri düşüşe geçer. Seksenler, aksini iddia edenler olsa da, başarısızlıklarla doludur. Doksanlarda ufak kıpırdanmalar olsa da bu gidişat sürer. Bu, yazarın başta eleştirdiği biyografilerin klasik döngüsüdür. Gelişme bölümü sona ermiştir, oradaki krizler ve trajediler geride kalmıştır ve sona yaklaşılır. Simon Critchley ise buna karşı çıkıyor. 11 Eylül ile birlikte çok da parlak başlamayan ikibinlerde nasıl Bowie’nin sürpriz bir geri dönüş yaptığını gösteriyor: “The Next Day albümü 8 Mart’ta piyasaya çıktı… Elbette bu albümün çıkmış olması bile harika bir şeydi. Albümün gerçekten iyi olması da cabasıydı. Yani beni mutlu etti. Bowie henüz ölmemişti. Biz de ölmemiştik. Ölümle uzaktan ve yakından alakamız bile yoktu…”
David Bowie’nin 26. albümü Blackstar, 69. doğumgününde yani bugün çıktı ve müthiş bir heyecanla karşılandı. Bunun Bowie’nin uzun yıllardır yaptığı en iyi iş olduğunu düşünenler çoğunlukta. Dollar Days başta olmak üzere etkileyici parçalarla dolu albümü dinlerken, bir yandan da yeni okuduğum bu kitabı düşünüyorum. Bu yazının sonunu da Simon Critchley getirmeli: “Aslında bu, bir sonun başlangıcıdır. Her bir an bir son için başlangıç. Ölüm de güzelliğin, mistik olanın, en müzik olanın anası. Nihai bir uzlaşı ya da barış yok. Bu yüzden huzursuzuz, bu yüzden korkarız. Ayrıca Bowie gibi biri de bu yüzden sahte tanrılarda teselli aramayıp sorular sormaya, üretmeye, sürekli olarak bizi şaşırtmaya ve eğlendirmeye devam edebilir: bugün, sonraki gün ve daha sonraki gün.”