İnan Özdemir
Gönderilmemiş Mektuplar
Quentin Tarantino’nun sekizinci filmi The Hateful Eight’in başrolünde bir at arabası, bir bar ve mektup var. Afişte yazan isimlere bakmayın, filmi taşıyan şeyler gerçekten bunlar. Açılışta bir at arabasıyla yola çıkıyor, karakterlerimizi tanıyoruz. Bar ya da konakladıkları yer ortalara doğru karşımıza çıkıyor. Mektup ise hep orada. Kendini pek göstermiyor, üç saate yakın süren filmde sadece birkaç dakika mevzubahis oluyor. Lakin Hateful Eight’in ruhu ve kalbi, yüksek sesle okunan o satırlarda gizli.
Mektup, Abraham Lincoln tarafından yazılmış ve Samuel L. Jackson tarafından canlandırılan Marquis Warren’a yollanmış. Başkan Lincoln, Amerikan İç Savaşı’nda gösterdiği kahramanlıklardan ötürü Warren’ı övüyor, geleceğe doğru iyimser baktığını ama hala gitmeleri gereken çok yol olduğunu ifade ediyor. Yeni Kıta’daki kuzey-güney gerilimine dair saklanması gereken tarihi bir döküman. Tek sorun, gerçekliğinden emin olmamamız. Tarantino da film boyunca bu mektubu unutturmadan ilerliyor, gerçekliğine dair farklı karakterlerin yorumlarını iletiyor ve yolun sonunda, aslında ne olduğundan ya da ne olmadığından çok, bu mektubun neyi simgelediğini gösteriyor.
Amerikalı yönetmen, 2012’de Django Unchained ile ilk kez “white supremacy” hadisesine değinmiş, ülkesinin derinlerinde yatan bu beyaz üstünlüğünü, sinemasından alışık olduğumuz bir intikam hikayesiyle anlatmıştı. Şimdi, bir kez daha aynı sularda ve bu sefer daha çok konuşuyor. Niyeti de zaten bu. Kendi ağzından dinleyelim: “Her daim doğru olan bir şey var ki içinde bulunduğumuz zamanın değerlerini ve problemlerini o yıllar içerisinde çekilen kovboy filmlerinden daha iyi yansıtan hiçbir şey yok. 1950’lerin kovboy filmleri Eisenhower Amerikası’nı o yıllardaki diğer filmlerden daha iyi yansıtır. Aynı şekilde 1930’ların kovboy filmleri de 30’ların ideallerini gösterir.”
Yani son filmi, Charleston Katliamı’nın yaşandığı, Tamir Rice ve Trayvon Martin gibi haksız yere polis tarafından öldürülen siyahların toplumsal hafızada daha büyük yer işgal ettiği bir çağa, günümüze dair. En azından tüm bunlardan etkilenen, bunlardan ayrı düşünülmeyecek ve tartışılamayacak bir eser.
***
Savaş Sonrası kitabı 1945 sonrası dünyaya bakışımızı değiştiren ve talihsiz bir şekilde erken kaybettiğimiz İngiliz tarihçi Tony Judt, söyleşilerinden derlenen <a href="https://alisveris.yapikredi.com.tr/tanim premarin generic.asp?sid=U4JL8L3F4Y6YL4AF518W” target=”_blank”>Yirminci Yüzyıl Üzerine Düşünceler‘de bu konuya dair bir ayrım yapar: “Çoğu Amerikalı tarihçinin çelişkili bulduğu iki metodolojik önermeyi savunacağım. Birincisi, tarihçi şeyleri kendi bağlamında ele alarak yazmalıdır. Kavramlaştırma açıklamanın bir parçasıdır; dolayısıyla kişinin kavramları belirlemek üzere kendisini işlediği konudan ayırması, tarihi insan davranışını açıklamanın aynı ölçüde geçerli alternatif yollarından (antropoloji, siyaset bilimi vb.) farklı kılan noktadır. Bu durumda kavramlaştırma, zamanın ilgili değişken olmasını gerektirir. Ama ikinci savım şudur: İster tarih ister başka alanda olsun, hiçbir uzman (sırf bir uzman olması itibariyle) içinde bulunduğu şartlardan ahlaki bakımdan muaf tutulamaz. Yaşadığımız zamanın ve mekanın katılımcıları olarak, ondan geri çekilemeyiz. Metodoloji bakımından birbirinden ayrılması gereken bu iki bağlam, yine de ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır.”
Bu iki sav, Tarantino’nun kovboy filmlerine atfettiği, Westernler ekseninde gördüğü şeyin ne kadar farklı alanda geçerli olduğunu kanıtlıyor. Yani, tarihsel bir malzemeden hareket ettiğinizde, ister bir kitap yapıyor olun ister bir film, işlediğiniz konunun geçtiği çağ ile içinde bulunduğumuz zaman birbirine çarpar. Bu yüzden Hateful Eight’te Marquis Warren “Siyahların kendisini güvende hissetiği tek an, beyazların silahsızlandığı andır. Ve bu mektup, beyazların silahsızlanmasını sağlıyor” dediğinde bahsettiği şey sadece Amerikan İç Savaşı ve sonrasındaki günler olmuyor, bugünlere de atıfta bulunuyor. Yalan ya da gerçek, kendimize ortak bir geçmiş, ortak kahramanlık öyküleri bulduğumuzda güvende hissetmemiz daha olası.
Tarihçi olarak birçok alanda çalışan Judt’un filme teğet geçen tek savı bu değil. Judt, başyapıtında da öteki eserlerinde de ‘ulusal amnezi’ye değinir, 1945 sonrası Avrupa’yı oluşturan şeyin çoğunlukla Nazilerin suçlarıyla hesaplaşma değil, bunları görmezden gelme olduğunu belirtir. Uluslar, yeni kimliklerini oluştururken unutmanın kuvvetine sığınmış, bunu hatırlamanın zıddı olarak konumlandırmamıştır. Ulus-devlet kimliğini oluşturan şey nerede unutacağınızı nerede hatırlayacağınızı bilmektir. Ernest Renan’ın dediği gibi “…Bir ulusun özü tüm bireylerin hepsinin ortak pek çok şeye sahip olmaları ve aynı zamanda hepsinin pek çok şeyi unutmuş olmasıdır.”
Son dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nin en tanınan yazarlarından biri olan Ta-Nehisi Coates’in yazdıkları içerisinde de bu konular kendisine sıkça yer bulur. Doğduğu, büyüdüğü topraklarda bu toplumsal hafızasızlığın ve beyaz üstünlüğünün kendisine nasıl yer bulduğunu anlatan, Judt’tan da etkilenen Coates’in son kitabı da geçen yılın en çok satan eserleri arasındaydı. Amerikalı yazarın ‘oğluma mektuplar’ olarak konumlandırdığı metinler, Marquis Warren’ın sözünün hâlâ nasıl günümüzde geçerli olduğunu da gösteriyor. “Amerika’da siyahları yok etmek bir gelenek, bir mirastır” diyen Coates, bu kültürün köleliği nasıl iyi yüzlü gösterdiğini, bir rüya etrafında oluşan Amerikan birleşmesinin ne tür yalanlarla bir araya geldiğini işaret ediyor. Yazdıkları şok edici ve bir hayli tanıdık.
***
Bu unutuş, filmde sıkıcı bir şekilde ya da çok göze sokarak işlenmiyor. Hateful Eight, kanla dolu, fazla konuşan, belirli açılardan geveze diyebileceğimiz bir eser. Lâkin o barın içerisinde buluşan sekiz kişiyi dinlediğinizde bunun klasik bir Tarantino filmi olmadığını da anlıyorsunuz. Herkes, geçmişi hakkında yalan söylüyor. Herkes, kimliğini ve geçmişini anlatırken bir hayli seçici davranıyor. Herkes, kendi mektubunu cebinde taşıyor.
Zaten yolun sonunda bir ulusu ulus yapan şeyler arasında yazılı eserlerin yeri büyüktür. İmparatorlukların yıkılma, ulusların oluşma sürecinde matbaanın etkisi bugün sosyal bilimlerin en kabul gören teorilerinden biri. Bu yüzden bir noktadan sonra Abraham Lincoln’den Warren’a gelen mektubun gerçek olup olmadığı üzerine çok fazla düşünmüyorsunuz. Tek merakınız, içeriği oluyor. Bu sorunun cevabını bulmak için biraz beklemek gerekiyor. Perde yaklaşırken Başkan’ın satırları ilk kez sesli olarak duyuluyor: “Daha gidecek çok yolumuz var ama el ele, oraya ulaşacağız.”
Buna kanmayın. Kan banyosunun ve kocaman bir gevezeliğin sonunda Quentin Tarantino’nun bize sunduğu şey umut olmuyor. Sunduğu -tam anlamıyla- gerçek. El ele, unutarak, unuttuğumuzu da unutarak, kendimize sahte bir geçmiş yazarak ulaştığımız gerçek.