İnan Özdemir
Güçlü Bir Türkiye İçin…
24 Ocak 2017 akşamı, Rıdvan Dilmen, yeni açtığı Twitter hesabından bir video paylaştı ve başkanlık referandumunda “Evet” oyu vereceğini açıkladı. Bu, sıradan bir çağrı değildi. Sosyal medyada daha önce popüler olan Ice Bucket Challenge tarzı kampanyalara benziyordu. Dilmen, konuşmasının sonunda ‘kardeşi’ Arda Turan’a “Sen de var mısın?” diye sesleniyor, bir anda spor dünyasından başlayan bu çağrı sosyal medyada yayılmaya başlıyordu. Burak Yılmaz’dan Murat Boz’a, oradan Abdülkadir’e…
Bu çağrı, elbette ilk dakikadan büyük bir dalga yarattı. Güçlü bir Türkiye için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın artık yeni bir statü kazanması, tek başına devletin başı olması gerektiğini düşünenler destek veriyor, “Helal olsun” diyordu. İktidar partisinin ve Erdoğan’ın popülaritesi düşünüldüğünde, bu çok da anormal değildi. Bir de, yine gayet normal olarak, tepki gösterenler vardı. Kimisi sevdiği futbolcunun ya da şarkıcının burada tuttuğu köşeyi protesto ediyor, kimisi de bu ünlülerin yıllardır bütün meselelerde aynı görüşün destekçisi olmasına, ellerine ulaştırılan repliği okumak dışında herhangi bir şey söylememesine kızıyordu.
Anında tartışma da başladı ve bazı soruları beraberinde getirdi. Destek verenler, “Ne yani insanlar siyasi görüşlerini açıklayamaz mı?” diyordu. Elbette açıklayabilirdi. Kimileri “Sporcuların bu konuda bir fikri olamaz mı?” diyordu. Kesinlikle olabilirdi. Bazıları da Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim” sözünü hatırlatıyor, “Nerede sizin zekanız, çevikliğiniz ve ahlakınız?” diyordu. Bu da sorulabilecek bir soruydu. Ve hepsinin ortasında, iki kesimden insanı içinde bulunduran bir güruh da “Niye evet diyenleri linç ediyorsunuz? Nerede kaldı sizin düşünce özgürlüğünüz?” diyor, meseleyi saçma sapan bir noktaya taşıyordu. Bazıları da sporun ve sporcunun bu meseleye karışmaması, tarafsız kalması gerektiğini ifade ediyordu.
Oysa futbol zaten siyasetin içindeydi. Hepimiz ve her şey gibi.
28 Nisan 1967’de Muhammed Ali kariyerinin en büyük maçına çıktı. O gün ABD ordusunun Houston’daki merkezinde ismi okunduğunda önündeki beyaz çizgiye adım atmadı ve Vietnam’a gitmeyi reddetti. O anda başına geleceklerden habersizdi, dünyayı nasıl etkileyeceğini de bilmiyordu. Daha sonra “Neden Vietnam’a gideyim ki? Onlar beni nigger diye çağırmadı” diyecek, zaten kaosa dönüşen bir savaşın içerisinde olan ABD Hükümeti’ne istediği en son şeyi verecekti. Kendi coğrafyasından çok daha uzağa, kendisiyle ilgisiz bir savaşa yollanan binlerce askerden biri olmayı reddeden Ali, bütün bu kaosun ortasına ırkçılık tartışmasını da eklemişti.
Bu sözlerinin ve tercihinin etkisi, sandığından da büyük olmuştu. Kariyerinin en güçlü zamanında üç sene bokstan uzaklaştırılmış, kemerini kaybetmiş ve finansal olarak onu dibe yolllayacak bir yola girmişti. Ama aynı dönemi kendisi için bir aydınlanma anı olarak kullanmış, üniversitelerde etkisi artan 1968 hareketinin ABD’deki simgelerinden biri olmuştu. Ali kampüslere gitmiş, kafasının politik olarak çok karıştığı bu dönemde bazen büyük destek alan, bazen de bizzat onu orada dinleyen gençlerden tepki gören konuşmalar yapmıştı. Ama bu dönemde yaşadıkları kendisini beslemiş, milyonlara ilham vermiş ve en sonunda onu her anlamda tarihin en büyük sporcusu yapan mirasın en özel parçası olmuştu.
Ali’nin uyanışında etkili olan bir başka düşünce de vardı. Spor her zaman siyasetin bir parçası olmuştu ve o da kariyerinin başından itibaren mesleğinin ABD’deki ayrımcılığı nasıl devam ettirdiğini görmüştü. Ondan da uslu çocuk olması, beyaz adamın siyahi boksörü olması ve çenesini kapatması beklenmişti. Ama Houston’daki o gün, yaptığı tek bir hareketle, buna son vermişti. O güne kadar, istisnalar dışında, her zaman iktidarların propaganda aracı olan spor dünyası, böylece yeni bir dönemece girmişti. Ali ile birlikte bir şeyler değişiyordu. Bill Russell, Kareem Abdul Jabbar gibi yıldızlar da onun yanında durmuş, ABD siyaseti ve toplumu derinden sarsılmıştı.
Bundan ABD’yi yöneten isimler de ders almıştı. Rolling Stone yazarı Matt Taibbi, Muhammed Ali’nin Vietnam’a gitmeyi reddettiği o günün Pentagon’u da sonsuza kadar değiştirdiğini savunmuştu. Savunma Bakanlığı’ndaki yetkililer, çoğu zaman kendi silahları olan sporun, bazen tam tersi etki yapabildiğini görmüş, reklam ve propaganda metotlarını gözden geçirmiş, bu alandaki bütçelerini büyütmüş ve bir daha hiçbir sporcuyu Ali’nin karşı karşıya kaldığı seçimle başbaşa bırakmamaya karar vermişti. Richard Nixon döneminde alınan bir kararla askerlikten muaf tutulanların kapsamı artırılmıştı. Bu yüzden Irak İşgali başladığında kimse 18 yaşındaki LeBron James’i orduya çağırmamıştı.
Matt Taibbi’nin yazısının başlığı bu yüzden de anlamlıydı: “Muhammed Ali bir kahramandı ama düşmanlarının da bir mirası vardı.” Yazısının son cümlesinde ise şunu söylüyordu: “Evet, onların da bir mirası vardı ve belki de etkileri Muhammed Ali’ninkinden daha uzun süreli olmuştu.” Pentagon, spor yıldızlarının politik anlamda başlarına nasıl bela olmayacağını o günlerde yaptığı çalışmalarla öğrenmişti.
Pentagon’un bu hamlesinin etkisi bütün dünyada sürdü. ABD’den çıkan her şeyde olduğu gibi, bu da yalnızca ve sadece ABD ile sınırlı olmadı. Bu etki, günümüzde de varlığını sürdürüyor. Mesajı yönetmek ve kontrol etmek, iktidarların her zaman gücüydü ve şimdi, bunu birçok farklı geleneksel metotun yanında sosyal medya aracılığıyla yapmayı da başarıyorlar. Kağıt üzerinde, sosyal medya ünlülere ya da sporculara daha yakın olmamızı sağlıyor. Onlarla aramıza artık bir aracı ya da gazeteci girmiyor; mesajlarını, fikirlerini, şu an neler yaptıklarını direkt görebiliyoruz.
Ama gerçek, en azından iktidarların gerçeği, buna çok da izin vermiyor. Sporcuların birçoğunun birer marka olduğu günümüzde, aslında herkes aynı insan oldu. Herhangi bir dijital ajansla ya da sosyal medya uzmanıyla çalışan ünlülerin hepsi gerçekten de artık tek bir insan. Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de durum böyle. Yaşanan terör saldırılarından ya da katliamlardan sonra başsağlığı mesajı paylaşıyorlar; özel günlerde, bayramlarda, tarihi günlerde aynı kitaplardan sözler paylaşıyorlar ve 21. yüzyıl Türkiye’sinde yeni bir insan tipi ortaya koyuyorlar. Dinine ve bayrağına bağlı, kesinlikle, katiyen kötü bir alışkanlığı olmayan ama gece hayatında da sıkça görülen, her zaman vatan sevdasıyla yanıp tutuşan ve her yol ayrımında, iktidarın kendisine çizdiği yolda ilerleyen, ortak noktaları da Acun Ilıcalı’nın yılbaşı programlarında mikrofon tutmak olan ‘Makbul İnsanlar.’
Arda Turan, bu ünlüler arasındaki en özel yüzlerden biri. Basketbol maçlarından şarkı yarışmalarına kadar birçok farklı yerde karşımıza çıkıyor, bir yandan da Barcelona’da kariyerini başarılı bir şekilde sürdürüyor. O, temelde Makbul İnsanlar’ın en makbulü. Bir rol modeli. Ve elbette bütün rol modelleri gibi, o da sosyal medyayı çok etkili kullanıyor. Ülkeden birkaç saatlik uçak mesafesi uzakta olsa da aslında yakın olduğunu her fırsatta gösteriyor; Sezen Aksu’nun yeni albümünden, Galatasaray’ın basketboldaki performansına kadar birçok konuda görüşlerini beyan etmekten geri durmuyor. Turan, elbette geçen yıl kaybettiğimiz Muhammed Ali’nin ölümüne de sessiz kalmamıştı. O da, dünyadaki bütün ünlüler ve ünsüzler gibi, Ali’nin ilham verici bir fotoğrafını ve sözünü alt alta koymuş, tarihin en büyüğüne kendi selamını çakmıştı. Alıntılamayı seçtiği söz ise bir hayli anlamlıydı: “Haklı olduğunda kimse seni hatırlamaz. Haksız olduğunda ise kimse seni unutmaz.”
Belki de onun gördüğü Ali, 1967’de o çizgiyi geçmeyi reddeden adam değildi. Başka biriydi. Politik kimliği, 1980’lerden itibaren ABD siyaseti, medyası, popüler kültürü tarafından aşındırılmış; bir ‘selebriti’ye indirgenmiş ve görüşlerinden bağımsız, herkes tarafından bir anlığına tapılan ve çoğunlukla unutulan bir anıta, postere, tişört fotoğrafına dönüştürülmüş Ali’ydi.
Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de spor her zaman siyasetin bir enstürmanıydı. Bu bazen Turgut Özal dönemindeki gibi parayla devşirilen sporcularla bazen de Londra 2012 Olimpiyat Oyunları öncesi göz yumulan, belki de devlet tarafından desteklenen doping metotlarıyla oldu. Ama sporun dili, bazı fireler dışında, her zaman iktidarın sesini duyurdu. Tribünlerdeki tezahüratlardan yöneticilerin açıklamalarına kadar her şey kontrol altına alındı ve mesaj hep iktidarların istediği tarzda oldu.
Bu yüzden Rıdvan Dilmen “Güçlü Türkiye için Evet” kampanyasına başladığında Arda Turan, Ersin Düzen, Ahmet Çakar, Burak Yılmaz gibi isimlerin ona ilk destek verenler olması şaşırtmadı. Bu isimler geçmişten bugüne siyasi iktidarla iyi geçinmiş, muktedirin kendilerine açtığı alanlarda Kürt sorunundan düşmesi gereken faizlere kadar çeşitli politik açıklamalar yapmış, AKP’nin ve medyasının poster yüzlerine dönüşmüştü. En başta Rıdvan Dilmen her zaman Cumhurbaşkanı’na yakınlığıyla tanınmış bir figürdü. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığı’na adaylığını koymayı düşündüğü dönemde yaptığı bu çağrıyla bir kez daha öne çıkmıştı.
Bütün bunlar kesinlikle anlaşılabilir. Sırf görüşlerine katılmadığımız için bir futbolcudan ya da şarkıcıdan siyasi görüşününü açıklamamasını, susmasını beklemek bilhassa bu çağda garip olur. Fakat 15 yıldır iktidarda olan ve muhalif kesimler üzerindeki baskısını gittikçe arttıran bir rejimin Makbul İnsanları olarak tepki görmeleri de bir hayli normal. Herkes onları sevmek zorunda değil, herkes onların başarılı futbolculuk, yorumculuk, şarkıcılık kariyerlerine saygı duymak zorunda değil. Ama öyle olmuyor. Bu videolarla birlikte anında “Sizin düşünce özgürlüğüne saygınız yok” korosu yayınına başladı, bu isimlerin gördüğü tepki linç olarak yorumlandı ve konuşmadan önce bu başarılı kariyerlere sahip insanlara saygı duymamız istendi. Bizzat Dilmen, Twitter hesabından yaptığı açıklamada “Anayasamızdaki önemli maddeleri inceledim. Ülkem için iyi olacağını düşündüm. Bu tamamen kendi fikrimdir. Farklı görüşlere saygım sonsuz” diyor, arkasından gördüğü tepkilere istinaden sözlerini, “Mahalle baskısı ve tehdide demokraside yer yoktur. NOKTA.” diye bitiriyordu.
Ama gerçekten de bu yazılanlar, Türkiye’de iktidara yakın duran kesimlerin aslında linç, mahalle baskısı, tehdit gibi şeyleri ne kadar az yaşadığını gösteriyordu. Belki de hala demokratik, laik, insan haklarına saygılı bir ülkede yaşadığımızı sanarak sormamız gereken soru şuydu: Mesela şu an Hayır kampanyası başlatan bir oyuncu, Türkiye A Milli Futbol Takımı’nda kaptanı olabilir miydi? Mesela, Bilgin Gökberk’in de sorduğu gibi, bir federasyon başkanı bugünlerde çıkıp bu çağrıya destek olabilir mi? Arkasında CHP İlçe Başkanı sıfatı olmasa Selçuk Dereli, Hayır’ı merkeze alan o konuşmayı yapabilir miydi?
Ya da mesela “Herkesin görüşlerinize saygılıyız, bu da bizim oy tercihimiz” diyen geniş kesim, mesela Güntekin Onay’ın iki ay önce NTV Spor’da yaptığı ve hapse atılan gazetecileri hatırlattığı konuşmadan sonra yandaş medyada çıkan “Onay, FETÖcü ve PKK’lı” haberlerini gördü mü? Linç edildiğini söyleyenler, sadece en demokratik hakkı olan protestoyu kullandığı ve başkalarını da bu yönde barışçıl bir şekilde çağırdığı için ölüm tehditleri alan; seçim kürsülerinden ismi verilen, İngiliz, ABD, İsrail ve Soros ajanı olmakla itham edilen ve hem kendisinin hem ailesininin selameti için yurt dışına çıkmak zorunda kalan bir başka ünlü Memet Ali Alabora’nın yaşadıklarının 10’da 1’ini çekti mi?
Türkiye, şu an sadece iktidarın hoşuna gitmeyen iki cümle kurduğunuz için hapse atılabileceğiniz, yıllarca emek verdiğiniz üniversitenizden atılabileceğiniz ve eşyalarınızı toplamak için bile içeri alınmadığınız kocaman bir hapishaneye dönüştü. Muhalif herhangi bir sese tahammül yok ve spordan siyasete, yönetenlerin hoşuna gitmeyen herhangi biri cezasız bırakılmıyor. Ve her şeyin güçlü bir Türkiye için yapıldığı, 15 senedir halihazırda iktidarda olan bir siyasi lidere daha fazla destek verirsek her şeyin güllük gülistanlık olacağı söyleniyor.
Yani problem; Dilmen’in oturduğu kanepede ya da Arda’nın sırıtışında değil. Problem; bu bakışların, gülümsemelerin ve mesajların sadece ama sadece Makbul İnsanlar’a bahşedilmesinde. Problem; kimsenin atacağı oyu açıklamasında değil. Problem; bu evet oylarının yaratacağı Güçlü Türkiye’de sadece rejimin izin verdiği güçlü insanlara yer olmasında. Problem, kimsenin görüşünü medeni yollardan ifade etmesinde değil. Problem; iktidar medyasının beğenmediği her görüşün sahibini, troll ordusuyla birlikte medeni ölüye çevirebilme hırsında. Yani problem; o gülümsemelerin, kanepelerin, kardeşlerin meşruiyet sağladığı gücün ülkeyi kendisi gibi düşünmeyen herkes için cehenneme çevirebilme hırsında.
Nisan ayında Türkiye, tarihinin en büyük seçimlerinden birine gidecek. Teklif edilen yasa değişikliklerini okuyan biri, bunun basit bir oylama olmadığına kanaat getirecektir. Bu gerçekten de hayatlarımızın en önemli baharı. Ve hayır, sporcuların ve spor adamlarının siyaset dışında kalması asla gerçekleşmeyecek bir hayal. Spor, siyasetin tam kalbinde duruyor; hep de öyle oldu. Sonsuza kadar öyle değilmiş gibi davranabiliriz ama bu hiçbir sonucu değiştirmez. Bu dönemece girmişken, Arda Turan’ın Barcelona’ya uzanan o futbolculuk kariyeri de, Rıdvan Dilmen’in babalarımızdan dinlediğimiz mitik yeteneği de, Acun Ilıcalı’nın muhabirlikten televizyon kanalı patronluğuna uzanan ilham verici başarıları da çok önemli değil. Evet, onlar toplum içerisinde önemli bireyler. Ama hayır, bu eleştirilmeyecekleri ve sürekli sevilecekleri anlamına gelmiyor.
Belki de mesele, Arda Turan’ın alıntıladığı o Muhammed Ali sözündeki gibidir. “Haklı olduğunuzda kimse sizi hatırlamaz, haksız olduğunuzda ise unutmaz.”
Biz de sizi hatırlayacağız.