İnan Özdemir
John Berger Okulu
House of Cards’ın sekizinci bölümünde Frank Underwood, adına açılacak olan kütüphane için mezun olduğu askeri liseye geri döner. Burayı ziyaret etmeyeli yıllar olmuştur ve aradan geçen zamanda o başarılı bir siyasetçiye dönüşmüştür. Elbette bu özel etkinlikte kendisinden bir de konuşma yapması istenir. Kürsüye çıkar, onu dinleyenlere bakar, heyecanlı ve şaşkın bir şekilde konuşmasına başlar. Birkaç dakika sonra şöyle diyecektir: “Bütün bunların bir anlamı var mı? Bunu kendime soruyorum.”
Klasik bir sorudur bu. Bahsettiği şey, aslında hepimizin aklından zaman zaman geçer. Mezun olduğumuz liseye ya da üniversiteye gider; etraftaki tanıdık binalara, koridorlara, bizi yarım yamalak hatırlayan öğretmenlere bakar, bütün bunların bize bir şey katıp katmadığını düşünürüz. Gerçekten, büyüdüğümüz okulların ya da bizi yetiştiren öğretmenlerin üzerimizde bir etkisi var mıdır, yok mudur?
John Berger’in hayatı ve ölümü bu soruyu aklıma getirdi. Geçen ay, 91 yıllık büyük yaşamının sonuna gelen İngiliz yazar, sanat eleştirmeni, ressam ve düşünür için pek çok şey yazıldı. Kimileri onun yaşam boyu vazgeçmediği ve hiçbir zaman bağnaz bir tarafı olmayan Marksist görüşlerinden söz açtı, kimileri etkileyici belgeseli ve kitabı Görme Biçimleri‘nin nasıl sanata bakışımızı kökünden değiştirdiğini anlattı. Bazıları Berger’in köy yaşamını en iyi anlatan kalem olduğundan bahsetti, bazıları da onun 21. yüzyılın en büyük sorunu olan ‘göç’ü en iyi anlayan yazar olduğundan söz etti.
Berger, İngiltere ve İspanya gibi ülkelerin yanında Türkiye’de de çok popüler olmuştu, şaşırdığı bu gerçeği ölmeden önce The Guardian‘a verdiği bir röportajda belirtmişti. Ve onu okuyan herkes gibi, benim için de çok önemliydi. 18 yaşında Görme Biçimleri ile tanışmıştım ve yıllar içinde başka kitaplarına göz atma şansına erişmiştim. Ve son birkaç günde, yazdığı bir metni yeniden okurken ve yukarıdaki sorunun yanıtını düşünürken Berger’in benim için taşıdığı anlamı en iyi yansıtan kelimeyi gördüm.
Passeur.
En iyi kitaplarından biri olan Buluştuğumuz Yer Burası‘da John Berger favori kentleri üzerinden hayatına giren insanları anlatır, annesinden arkadaşlarına kadar ölülerle konuşur ve belki de en otobiyografik eserini ortaya koyar. Açılışı Lizbon’da annesiyle muhabbet ederek yaptığı bu eserde, biraz sonra Krakow’da yatılı okulda tanıştığı öğretmeni Ken ile karşılaşır. Yıllar önce Yeni Zelanda’da bir başına hayata veda eden Ken, onun belki de yaşamındaki en büyük ilham kaynağıdır. Bu yüzden de kitaptaki bu satırlar, John Berger’in binlerce sayfalık külliyatının en muhteşem sayfaları arasında kendisine yer bulur.
İngiliz kalem, birkaç sayfa içerisinde Ken’den öğrendiği şeyleri şöyle sıralar: Briç, satranç, dart, bilardo, masa tenisi, tavla, Fransızca, bul karayı al parayı oyunu, modern eleştirinin ilkeleri, reşit olmadan barlara girme teknikleri, müzik, edebiyat… Takip eden satırlarda 1937’de ailesinin onu yolladığı ve hiçbir zaman sevmediği yatılı okulda tanıştığı bu adamın, İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarına kadar onun hayatına nasıl etki yaptığını farklı örneklerle açıklar. Ken, Hemingway romanlarından çıkmış bir karakter gibidir. Hercai, serseri ruhlu, entelektüel, sürekli oradan oraya savrulan, çoğu zaman başarısız olan ama kendine güveni asla eksilmeyen bir karakter. Bir yerde Berger, onu tanımlarken kendi sırrını da açık eder: “Yaşamayı bir ölçüde kitaplardan öğrenme -ya da öğrenmeye çalışma- konusunda aramızda gizli bir anlaşma vardı. Öğrenmek ilk resimli abece kitabımıza bakmamızla başlar, biz ölünceye kadar da sürüp gider.”
Yazdıklarıyla sanata bakışımızı değiştiren Berger, üslup ve eleştiri konusundaki ilkeleri de Ken’den öğrendiğini de aynı sayfalarda ifade eder. Bir yerde öğretmeni, öğrencisinin George Orwell’den Paris ve Londra’da Beş Parasız kitabını okumasını ister, arkasından küçük John aynı yazarın İspanya İç Savaşı üzerine kaleme aldığı Katalonya’ya Selam kitabını merak eder, akabinde neler olduğunu merak ettiği savaşı Ken’e sorar. O sırada bilardo oynuyorlardır, Ken yine de bu sorunun yanıtını bir şiirle vermek ister, isteka elindeyken Lorca’nın savaş üzerine bir şiirini İspanyolca okur, peşinden de çevirisini yapar.
Orada bulunacak herhangi bir çocuk gibi bu sahneden müthiş etkilenen John, hızlı bir şekilde işittiği satırları yorumlamak ister, “hayatın neyle ilgili olduğunu, neleri göze almak gerektiğini anlamıştım” der. Bunları işiten Ken ise ciddileşir ve “Ayrıntıları incele! Önce onları incele, bu işi sonraya bırakma” diye hafiften sinirlenir.
Bu, John Berger’in hayatı boyunca unutmayacağı bir tavsiyedir. Kendisi o an bunu itiraf etmese de okurları, bu küçük çocuğun dönüşeceği adamın en büyük maharetinin o ayrıntılara bakmak olduğunu bilir. Berger önce onları incelemeye başlamış, bir daha asla bu işi daha sonrasına bırakmamıştır.
İngiliz entelektüel, Görme Biçimleri‘nin girişinde ayrıntıları düşünmenin nasıl fark yarattığını gösterir. Başlangıçta, Hollandalı ressam Frans Hals’in yaptığı son iki resmi ele alır. Tabloların adı Yoksul Yaşlılar Bakımevi’nin Erkek Yöneticileri ve Kadın Yöneticileri’dir. Berger, bu resimleri oluşturduğu yıllarda artık seksen yaşını aşan ve sefalet içinde yaşayan Hals’in eserlerine dair yorum yapmadan evvel bir başka sanat tarihçisinden alıntı yapar. Hollandalı ressam üzerine iki ciltlik bir araştırma yapan sanat tarihçisi şöyle yazmıştır: “Hals’in öbür resimlerinin çoğunda olduğu gibi kişisel özelliklerin çok iyi verilmesi, portresi yapılan erkek ve kadınların kişisel özelliklerini, giderek alışkanlıklarını bildiğimize neredeyse inandırır bizi.” Sonra devam eder: “Bazı eleştirmenlere göre bu inandırma bütünüyle başarılı olmuştur. Örneğin düşük külahı uzun, düz saçlarını iyice kapamayan, garip yapılmış gözleri belli bir yere bakmayan Yönetici’nin sarhoş olarak gösterildiği söylenmiştir.” Bir başka yerde şunu yazar: “Hals’in öbür insanların bilincinde olmamızı zenginleştiren ve yaşamın canlı güçlerini bize yakından göstermesini sağlayan yüce itkilerin gittikçe artan gücünden duyduğumuz korkuyu büyüten kişisel görüşüne olan şaşmaz bağlılığı.”
Berger bütün bunları bulandırma olarak görür, bir nevi bu yorumlara laf kalabalığı muamelesi yapar. Ona göre burada alıntılanan sanat tarihçisi, tartışılması gereken en önemli savdan bizi uzaklaştırmaktan başka bir şey yapmaz. O görüş de, Berger’e göre, şudur: “Erkek ve Kadın Yöneticiler karşılarında duran Hals’a, ününü yitirmiş, vakıf yardımıyla yaşayan, yoksul, yaşlı ressama bakmaktadırlar. Hals, onları her şeye karşın nesnel olmaya (yani bir yoksulun bakışından kurtulmaya) çalışan bir adamın gözleriyle inceler. Resimlerdeki dram budur aslında. “Unutulmaz çelişki”nin dramı.”
Bu unutulmaz çelişki, benim gibi Berger’i tanımaya çalışanlar için de unutulmaz bir etki yaptı. Kişisel olarak resimlere, bütün cehaletleriyle, incelenmesi gereken yüzler, nesneler ve manzaralar olarak bakan benim gibiler, birden başka bir şeyin farkına varmıştı ya da farkına vardığını sanmıştı. Neydi o? Aslında her şeyi ressamın bakışıyla incelemek zorunda değildik, bazen ressamın baktıklarının da bir gözü ve bakışı vardı ve bunu düşünmek de bizi bazen manaya götürebilirdi. Yani, bazen suyu öteki tarafına geçmek ve oradan görmeye çalışmak gerekebilirdi ve süslü kelimeler çoğu zaman bilgisizliği örtmek için kullanılan perdelerden başka bir şey değildi.
Bir başka unutulmaz incelemesinde John Berger’in odağında meşhur İngiliz ressam Turner vardır. Berger’in Şiirin Saati adıyla Türkçe’de de çıkan derlemesinde yer alan bu denemenin girişinde Turner’ın en önemli özelliklerinden birine atıfta bulunulur. Bir berberin oğlu olan ünlü sanatçı, hayatı boyunca yolculuk etmiş, sürekli olarak suyu, deniz kıyılarını, nehir yataklarını işlemiştir. Berger, Turner’ın erken yaşlarında düşgücünü etkileyen esas şeyin ne olduğunu bilmemizin olanaksız olduğunu söyler fakat sonrasında şu etkileyici paralelliği kurar: “Turner’ın geç dönem birtakım resimlerini düşünüp o ara sokaktaki berber dükkanını, suları, sabun köpüklerini, buharları, parlayan madeni eşyaları, buharlı aynaları, beyaz tasları ya da sabunların köpürtülmüş traş artıklarının toplandığı leğenleri gözünüzün önüne getirin. Babasının traş bıçağı ile, çağdaşlarının ve eleştirmenlerinin tersine, Turner’ın elinden bırakmaya yanaşmadığı uzun çizgi palet bıçağı arasındaki eşdeğerliliği düşünün. Daha derine inerek –çocukluk düşlerinin bağlamında bir berber dükkanının insanı her an çağrıştırabileceği kan-su, su-kan bileşimini düşünün. Turner yirmi yaşında Mahşer Günü ile ilgili bir resim yapmak istemişti. Resmin adı Kana Dönüşen Su olacaktı. Bu resim hiçbir zaman yapılmadı. Ama görsel olarak daha sonraları yaptığı resimlerde ve eskizlerde yangın ve günbatımı tablolarında bu resim kendini binlerce kez göstermiştir.”
Bütün bunlar, detaylara olan merak, her şeyin berrak bir şekilde açıklanabileceğine duyulan bu şaşmaz inanç, suyun bulandırılmasına duyulan bu nefret, ilk kez okuduğumda farkında olmasam da, Ken’den gelmişti. Berger hayatı öğrendiği öğretmeninden en önemli dersi o bilardo masasında almıştı. Ayrıntıları incele. Bunu önce incele, bu işi sonraya bırakma.
John Berger, aynı şeyi daha sonrasında yüzbinlerce okuyucuya öğretecekti dmtnwee. Belki onunla aynı briç masasına oturmayacaktık ama satırlarına bakarken bir şekilde yakın olduğumuzu hissedecektik. Hayranlıkla izini sürdüğümüz bu adam, yaşamayı bir ölçüde kitaplardan öğreneceğine dair gizli bir anlaşma yapan birçok meraklı insan için, Ken’in ona ifade ettiği şey olacaktı. Passeur olacaktı. Bu havalı Fransızca kelime, kayıkçı ve kaçakçı anlamlarına da geliyordu. Ama dağlarla ilgili kullanıldığında bir nevi kılavuz demekti. Ken, onun passeur‘ü olmuştu. O da sonra aynısını başkalarına yaptı.
Yani, evet, bütün bunların bir anlamı vardı. John Berger Okulu’na girenler için bütün bunların bir anlamı vardı. Belki asla mezun olamayacaktık ama yine de bir yerden bir yere gitmeyi başarmıştık ve bu yolculuk onun ölümüyle bitmeyecekti. Bitmedi. Kan suya, su kana karışmaya devam etti.