İnan Özdemir
Düşmek, Sonra Biraz Daha Düşmek
“Lance Armstrong’un sezgileri ve şovmenliği beni etkiliyordu. Onunkisi, sanki bütün rakiplerini korkutmak adına sahnelediği büyük bir oyundu. Lance göğsüne en sert yumruklarla vuran gorildi. Nasıl gençken Vincenzo Nibali ve İtalyan takım arkadaşlarının hâlinden, tavrından etkilendiysem şimdi de ondan etkilenmiştim. Bu hava, caka ve bisikletin karışımı bana ilham veriyordu. Tek özelliği hızlı pedal çevirmek olan sıradan bir adam olmak istemiyordum. Öteki alfa erkeklerle birlikte göğsümü yumruklamak, bütün şovların başrolünde yer almak istiyordum. Bekleyecek, adım adım ilerleyecek sabrım yoktu.”
Thomas Dekker, Hollandalı gazeteci Thijs Zonneveld ile birlikte yazdığı The Descent’in başlarında, 2004 Volga ao Algarve’de Lance Armstrong ile tanışmasını böyle anlatıyor. O dönem altı Fransa Bisiklet Turu şampiyonluğu olan ABD’li bisikletçi, Dekker’in yanına geliyor ve “Senin hakkında birçok şey duydum” diyor. Lakin Hollandalı bisikletçiyi en çok etkileyen şey bu olmuyor. O daha çok, yarıştan sonra, havalimanında öteki bisikletçilerle birlikte uçağının gelmesini beklerken gördüğü manzaradan etkileniyor. Zira bütün meslektaşları koridorlarda zaman öldürürken Lance özel jetine atlıyor ve hiç vakit kaybetmeden evinin yolunu tutuyor. Bu, Hollanda’da sıradan bir ailenin sıradan bir çocuğu olarak dünyaya gelen ve sıradan bir çocukluğu olan Dekker’i en baştan çıkaran sahne oluyor. Zira alçak gönüllü ve sevgi dolu annesi ve her sabah 04:30’da uyanıp Schiphol Havalimanı’ndaki işine giden babasının aksine o pahalı, lüks, gösterişli şeylerden hoşlanıyor. Ve spor kariyerinin sonunu getiren de bu ve benzeri tutkuları oluyor.
The Descent, son dönemde okuduğum en iyi spor kitabı. Aynı zamanda muhtemelen uzun süredir okuduğum en iyi otobiyografi. Aslında çok tahmin edilebilir, sıradan bir konusu var. 1990’ların sonunda yetişen, 2000’lerin başında bisiklet dünyasına giren bir sporcu nasıl dopingle yolunu kaybettiğini, hangi ilaçları kullandığını, nasıl büyük hatalar yaptığını anlatıyor. Bu tanımı okuduğunuzda “Yine mi?” sorusunu yöneltebilirsiniz. Zira Lance Armstrong’un aldığı doping cezasından bu yana eski sporcuların sesinden birbiri ardına günah çıkarma kitapları yazıldı ve piyasaya sürüldü. Ancak Dekker’in kitabını ilginç yapan kesinlikle bu değil. Doping, bu öykünün sadece bir parçası. Evet önemli bir parçası; genç yaşta parlayan, birçokları tarafından geleceğin en büyük bisikletçisi olarak gösterilen Hollandalının yeteneğini ve kariyerini heba etmesine yola açan bir parça. Ama The Descent bundan çok daha fazlasını anlatıyor.
Mesela profesyonel bisiklet dünyasına ilk girdiği sahne, insanın aklından asla çıkmayacak kadar grotesk tarif edilmiş. Şöyle ki çocukluk hayali olan, Hollanda’nın bir zamanlar spordaki gururu Rabobank takımından kontrat alan Dekker, ilk profesyonel yarışında Steven de Jongh ile aynı odayı paylaşıyor. Altyaş gruplarında yarışırken De Jongh, Michael Boogerd, Erik Dekker gibi büyüklerinin her sözüne, tavsiyesine altın muamelesi yapan genç bisikletçi ilk yarışında kalacağı odaya dalar dalmaz ilginç bir manzarayla karşılaşıyor. O an kendi yatağında uzanmış olan De Jongh bir anda erotik bir kanal açıyor, genç takım arkadaşının üzerine bir havlu fırlatıyor ve beraber mastürbasyon yapmayı öneriyor. Thomas Dekker, profesyonel bisiklete böyle dalıyor ve anında uyum sağlıyor. Çocukken babasıyla birlikte bir karavan tatilinde izlediği 1997 Fransa Bisiklet Turu’na imzasını atan idolü Boogerd ile kısa sürede arkadaş oluyor. İkili çok iyi anlaşıyorlar ve Dekker kısa süre içerisinde hayranı olduğu Boogerd ile birlikte genelevlere binlerce euro harcamaya, sabaha kadar içmeye ve ilaç alışverişi yapmaya başlıyor. Hızla girdiği bu dünyada sadece dopingin olmadığını, maço bir kültürün de olduğunu fark ediyor ve hiçbir şeyden geri kalmak istemiyor. Kendi ifadesiyle: “Gecelerden de geri kalmak istemiyordum. Bir uçtan diğerine sürükleniyor, nasıl bisiklet tutkumu sonuna kadar götürmek istiyorsam içki alışkanlığıma da böyle bakıyordum (…) Takımdaki maço statün ne kadar hızlı bisiklet sürdüğün ve ne kadar uzun süre içkiye dayandığınla ölçülüyordu. Ne olursa olsun, herkes sabah 10 olduğunda antrenmanda yerini alıyordu.”
Bir uçtan diğerine sürüklenen Dekker çok geçmeden başka birisine dönüşüyor. Milyon eurolar kazanmaya, büyük yarışlarda öne çıkmaya, ünlü doktorlarla çalışmaya, meşhur doping ilaçları kullanmaya, en pahalı arabalara binmeye ve en lüks alışverişleri yapmaya başlıyor ve kayboluyor. Para, kadınlar, ilaçlar ve yarışlar içerisinde kendisini kaybediyor. Çağdaşı birçokları gibi o da dopingi yarışlarda rakipleriyle mücadele etmek adına kullanmak zorunda olduğu bir araç olarak görüyor. İlk İtalya Bisiklet Turu’nda aslında yeni başlayan birisi için hiç de fena bir performans göstermezken, Ivan Basso gibi büyük rakiplerin gerisinde kaldığı için mutsuz oluyor ve anında ilaçların da en etkilileriyle haşır neşir olmaya başlıyor. Henüz 20’li yaşlarının başında olsa da sabretmesi gerektiğini düşünmüyor ve hemen, şimdi, burada kazanmak istiyor.
The Descent; yetenekli bir gencin adım adım nasıl değiştiğini, parçalara ayrıldığını, kaybolduğunu ve bu düşüş sırasında onu en çok sevenleri nasıl kendisiyle birlikte duygusal olarak dibe sürüklediğini anlatıyor. Thomas Dekker ailesinin, aşık olduğu kadının, dostlarının hayatlarını da etkiliyor ve bir anda geleceğin yıldızından sıradan bir domestiğe devrilişini anlatıyor. En sona geldiğinizde karşınızdaki adamın neden 30 yaşında profesyonel spordan emekli olduğunu ve bisiklet dünyasında hiçbir iz bırakamadan geçip gittiğini anlıyorsunuz. Bu şüphesiz rahatsız edici, etkileyici, tüyler ürpertici bir öykü ve başka bisikletçilerin anılarıyla benzerlik gösterse de okunmayı, dersler çıkarmayı hak ediyor. Dekker düşüşünden ötürü başkalarını asla sorumlu tutmuyor, bütün hatanın kendisinde olduğunu ve yaşamını tek başına mahvettiğini akıcı bir şekilde ifade ediyor.
Bu düşüşün şifreleri aslında en başta gizli. Kitabın sonuna geldiğimde kendimi ilk sayfalardaki bir cümleye takılırken buldum. Dekker, bisiklete ilk kez nasıl aşık olduğunu anlatırken 1996 Fransa Bisiklet Turu’ndan bir örnek veriyor. O yarış tarihte arka arka arkaya beş Fransa Bisiklet Turu zaferi olan İspanyol bisikletçi Miguel Indurain’in krallığının çöküşü olarak hatırlanır. Dekker, hayranlıkla izlediği ve desteklediği Indurain’in değişimini şöyle anlatıyor: “Indurain, doğum yeri olan Pamplona’da sona eren, Port de Larrau tırmanışının geçildiği etapta yenilmişti. Ekran başında şaşırmış bir şekilde oturuyor, kafamı iki yana sallıyordum. Gerçekten anlayamıyordum. Sanki o bir anda başka bir bisikletçiye dönüşmüştü, yüzünde daha önce görmediğim buruşuk bir ifade vardı. Bir günde yaşlanmış gibiydi. O akşam otelinde onunla yapılan bir röportajı izlemiştim. Kelimelerinden şüphe, yüzünden çaresizlik fışkırıyordu. Şöyle dedi: Geleceğin bana ne getireceğini bilmiyorum ama asla eskisinden daha iyi olamayacağım. Sözleri bir veda gibi yankılanıyordu.”
Thomas Dekker kendisine asla Miguel Indurain gibi büyük bir kariyer çizemedi ama garip bir şekilde o da hiçbir zaman eskisinden daha iyi olmadı. Aslında o sözcüklerde kendi kaderi de yankılanıyordu. Tek bir farkla: Dekker neredeyse hiç başlamadan veda etmişti.